20 Ağustos 2015 Perşembe

Ölüdeniz

Son iki yıldır (ki bu zaman aralığı 2014 ve 2015 yazlarını kapsıyor) Ege ve Akdeniz bölgelerinde çeşitli yerleri görme olanağım oldu. Bu yerlerle ilgili düşünce ve gözlemlerimi paylaşmak istedim. Çok da yaşlı olmamama rağmen yaş hafiften meşhur şiirdeki tehlike çanlarının çaldığı psikolojik sınırın dolaylarına doğru yelken açınca insanın bu tür şeyler yapma isteği de artıyor nedense. Söz konusu yerlerle ilgili izlenimlerimi sırasıyla değil de rastgele yazacağım. Aslında sondan başa da denilebilir. Yani en son gezdiğim yerlerden başlayacağım.

En son gezdiğim yerlerden biri Ölüdeniz. İsmi sanırım suyunun durgunluğundan dolayı verilmiş buraya ancak insana etkisi isminin aksine canlandırıcı Ölüdeniz'in. Gördüğüm yerler arasında ana karadan girdiğim en güzel deniz Ölüdeniz'di. İnanılmaz bir güzelliği vardı buranın. Ana karadan girdiğim en güzel denizdi dedim çünkü bugüne kadar girdiğim en güzel deniz kesinlikle Bodrum yakınlarında bir ada olan Orak Adası'nda girdiğimdi galiba. Sosyal medyayı ve futbolu az da olsa takip edenlere tanıdık gelecektir. Rıdvan DİLMEN denilince kendince bir ölçü birimi olarak belirlediği bir replik akla gelir: "Bi' Alex değil!". Benim açımdan da "Bi' Orak değil!" bu manada kullanabileceğim bir ölçü birimi artık. Bu bakımdan Ölüdeniz tam olarak "Bi' Orak değil!" ama aslında işin biraz da esprisi bu çünkü karşılaştırılabilir yerler değil bu ikisi. Biri elma ise diğeri armut diyebiliriz. Her biri kendi kulvarında rakipsiz, inanılmaz güzellikte. Bunlara benim girdiğim sulardan bir de Assos (Behramkale)'daki denizi ekleyebiliriz. Üçü de bir numara benim için, ayrı ayrı özellik ve güzelliği olan, hiçbirini bir diğerinin önüne koyamadığım, insana yaşadığını hissettiren, varoluşun güzelliğini dibine kadar hissettiren üç yaşam kaynağı. Ama tabi illaki bir şekilde bir sıraya sokmam istenirse hiç düşünmeden Orak Adası'nı ilk sıraya koyardım sanırım çünkü biraz düşününce kafam karışıyor.

Şimdi bir şekilde Ölüdeniz'e yolu düşenler için bir rehber niteliğinde olabilecek birkaç şey söyleyeyim. Bu tip tavsiyeler okurken sıkıcı gelse de bu tür yerlere gidince birilerinin bu bilgileri vermiş olmasını bedava bir tecrübe olarak önemsiyor insan. Ölüdeniz'e arabayla gittik biz. Dağın tepesinden aşağı doğru inerken şahit olduğumuz güzellik, Muğla ilinin dünyadaki diğer illere karşı eşitlik olgusunu yerle bir etmesinden dolayı küçük dilimizle hoş olmayan tecrübelere girmemizi sağladı, hemen ardından eşitlik olgusuna ve bu olguyu merkeze alan ideolojilere olan inancımızı sorgular hale geldik. Gerçekten büyüleyici bir güzellik. Denize doğru inince...

ESTETİK YOKSUNU ŞEHİRLERİMİZ

Estetik yoksunu şehirlerimizde en önemli unsur, kaldırımlar... Resimdeki kaldırım örneği, Ankara’nın en entelektüel kesiminin yaşadığı Çankaya’dan, normalde bu mide bulandırıcı kaldırım renklendirmesi sarı-beyaz renklerin kaldırımlara serpiştirilmesi suretiyle olurdu ama Çankaya’da yeşil-beyaz renkler tercih edilmiş nedense. Tercihin bir önemi yok, yeşil-beyaz renklerin kaldırımlara uygulanması da en az sarı-beyaz renklerin kaldırımlarda görünmesi kadar iğrenç bir manzara çıkarmış ortaya bence.

Hani gecekondulardan; birbiriyle orantısız, kilim ve MTB desenli burası büyük bir köydür diye haykıran binalardan oluşmuş fiziki ortamlar vardır ya, bunları biz maddi olarak az gelişmişliğimize bağlarız, bunu anladık da, bu kaldırımları minimum 30 cm civarında yüksekliğe sahip, yüksek atlama rampası şeklinde, anlamsız renkler taşıyan taş kütleleri olarak ortaya çıkarmamızın nedeni ne öyleyse. Sonuçta bu kaldırım taşları en az gelişmiş ülkelerde bile var yani, bunu maddi imkansızlıklarla açıklayamayız. Bunu ancak kültür ve estetik kaygı yoksunluğuyla açıklayabiliriz.
Kaldırım konusunu bir kenara bırakırsak, şehirlerimizde plansız, gelişigüzel gelişen yeni yerleşim merkezleri her geçen yıl farklı manevi, kültürel ve estetik sorunlar çıkarıyor karşımıza. Hiçbir insanın son 80-90 yıldır yapılan hiçbir binaya bakınca içi açılmıyor. Kamu binalarının, okulların, hastanelerin bir mimari anlayışı, anlattığı bir şey olması gerekirken, hiçbir kamu binasının ruhsuz 4 duvar kombinasyonundan başka anlatabildiği bir şey yok. Kamuya ait bir hastaneye, bir okula bakıldığında tam anlamıyla insanın içi kararıyor. Böyle bir fiziki ortamda insan hangi estetik kaygısını giderebilir, ne şekilde kendini iyi hissedebilir? Hiçbir estetik kaygısını gideremez, hiçbir şekilde kendini iyi hissedemez. Hani bir ülkede kamu binaları bile, üç metrekarelik, koca pencereler ve şekilsiz, ruhsuz, dümdüz duvarlardan müteşekkil oluyorsa, bu ülkenin halktan insanlarının nasıl yerleşim mekanları oluşturacağını düşünmeye bile gerek yoktur. Sonuç insan gözü açısından kesinlikle korkunç ve tırmalayıcı bir özellik taşıyacaktır. Bu noktada bir yazarımızın verdiği örneği vermek bana göre son derece etkili olacaktır. Bu yazarımız, İtalya ve Roma’da yaşayan bir çocuğu örnek olarak vererek, bu çocuğun okula giderken çeşitli estetik ve mimari anlayışı yansıtan birçok bina gördüğünü, bu çocuğun o yaşta barok, gotik, modern vb. mimari üslupları bilemeyeceğini fakat estetik olarak bir doygunluğa ulaştığını ve gözlerinin mimari ve sanatsal bir terbiyeye aşina olarak büyüdüğünden bahseder. Bundan sonra da Türkiye’de böyle bir şeyin mümkün olmadığından yakınır. Bence bu, çok çarpıcı bir örnektir. Gerçekten de, tıpkı yukarıda bahsedildiği gibi Türkiye’de okula giderken mimari açıdan insan gözüne hoş gelebilecek bir bina bulmayı bırakın, okula gittiğinizde bile böyle doyurucu bir mimari kütleyle karşılaşamıyorsunuz ne yazık ki...

25 Mart 2007 23:58